1071 yılının Ağustos ayıydı. Güneş, Malazgirt Ovası üzerinde bir mihrap gibi duruyordu. Göğün kıvrımları, yaklaşmakta olan fırtınaya benzer biçimde morarmış, havada yanık at teri, kan ve kadim bir şeylerin kokusu karışmıştı. O an, yalnızca kılıçların ve mızrakların değil, büyünün de tarih sahnesine çıktığı andı. Çünkü o gün, yalnızca insanlar değil, yıldızlardan esinlenmiş kelimeler de çarpışmıştı.
Bizans ordusu, zırhlarının ardına sığınmış binlerce askeriyle ovaya yayılmışken, merkezde birkaç figür dikkat çekiyordu. Alışılmış generallerden farklıydılar. Kaftanları yıldız desenliydi, gözlerinde ışığı boğan gölgeler vardı. Ellerinde asalar taşıyorlardı – gümüşten ve bazen abanozdan. Her biri, birer Karanlık Mahfazakar olarak bilinirdi. Roma geleneğinden gelen bu gizli sınıf, yüzyıllardır İmparatorların ardında savaşmayan, fakat sonucu belirleyen kimselerdi. Ve bugün, görevleri kendilerini göstermeye başlamıştı.
Bir tanesi, uzaktan yaklaşmakta olan Selçuklu öncü birliklerine asasını doğrulttu. Gökyüzünde kıvrılarak yükselen kıvılcım, bir yıldırım gibi inip çarpınca, onlarca atın panikle dağıldığı görüldü. “Confringo!” diye bağırmıştı. Patlama büyüsüydü bu; atların dizgini, yerin huzuru bir anda çözüldü. Ardından başka biri, düşman saflarına yönelip “Avada Kedavra!” dediğinde, ışık yeşile çaldı ve bir binbaşı, sanki ruhu içinden çekilmişçesine yere yığıldı.
Ama Selçuklular susmuyordu.
Onların saflarında, sol kanatta ilerleyen özel bir birlik vardı: Tılsım Alayı. Çoğu savaşçının aksine bu insanlar ağır zırhlar giymemiş, uzun cüppeler ve kemerlerine bağlanmış tılsımlarla savaş alanına çıkmışlardı. Alayın en önünde ise Altan Yiğitkurt yürüyordu. Elinde, ucu ejderha kemiğinden işlenmiş Kutsal Yarma adlı asası vardı. Ancak o, savaş başladığından beri tek kelime etmemişti. Diğerleri, “Expelliarmus!”, “Stupefy!”, “Protego!” diye haykırarak büyüleri sağa sola savururken, Altan yalnızca gözleriyle yönlendiriyor, büyülerini sessizce icra ediyordu.
Derken gökyüzünden aynı anda yüzlerce ok ve büyü yağmaya başladı. Mavi ışıklar kırmızı patlamalarla çarpışıyor, yukarıda adeta başka bir savaş daha yaşanıyordu. Toprak titriyor, karanlık ve ışık birbirine karışıyordu. Altan, karşısına çıkan Bizans büyücüsünü gördüğünde onun niyetini anladı. Karşılıklı büyü düellosu başlamıştı. İlk büyü, karşı tarafın saldırısıyla geldi: “Reducto!”. Patlayan toprak parçaları arasında Altan, yalnızca tek bir kelime mırıldandı: “Protego Maxima.” Kalkan yayıldı, kendini ve yanındaki yedi kişiyi korumaya aldı.
Sıra ona geldiğinde, tek bir hamleyle asasını göğe kaldırdı. Parmağını havada bir halka çizerek döndürdü ve dudakları kıpırdadı:
“Ardens Vincta!”
Bu büyü, onun kendi geliştirdiği, ateşle bağlama büyüsüydü. Karşısındaki büyücü, aniden alevden zincirlerle çevrelendi. Kıpırdamaya çalıştıkça zincirler daralıyor, her hareket bir yanıkla cezalandırılıyordu. Son hamleyi yapmadı, onu esir etti. Çünkü öldürmekten çok, irade kırmakla ilgileniyordu.
Savaş bittiğinde Malazgirt’in toprakları sükûnete kavuşmadı. Kazanılan zaferin ardında, yalnızca strateji ve cesaret değil, kadim bir büyü savaşı da yatıyordu. Ve bu savaşın adı hiçbir resmi kayıtta geçmese de, gökyüzü onu görmüştü.
Yıllar önce…
Altan Yiğitkurt, 1027 yılında Horasan’ın Soğdak Yaylası’nda doğmuştu. Geceleri yıldızların yere daha yakın durduğu bu yayla, sert rüzgârları ve suskun insanlarıyla tanınırdı. Altan’ın annesi, dokuma işlerinde mahirdi; babası ise kervan yolculuklarında kılavuzluk yapardı. Fakat çocuk Altan, yaşıtlarından çok farklıydı. Çoğu zaman konuşmadan saatlerce taşlara bakar, onların içindeki “hareketi” izlediğini söylerdi. Kimse anlamazdı. Herkes onu yalnızca biraz sessiz bir çocuk sanıyordu.
Bir gün, yayladaki çeşme başında oynarken, yaşıtı olan bir çocuk, Altan’ın sırtından sarkan küçük madeni bir muska kolyeyi zorla alıp koşmaya başladı. Altan arkasından bakakaldı. Koşmadı, bağırmadı. Sadece elini uzattı. O an, çocuk bir anda yükseldi. Havada, çeşmenin hemen üzerinde, sanki görünmez bir el onu tutuyormuş gibi asılı kaldı. Gözleri fal taşı gibi açılmıştı. Altan’ın da. Korkmuyordu. Ama içinden bir ses, bu yaptığı şeyin normal olmadığını söylüyordu. Herkes bakarken, çocuk birkaç metre yukarıda bağırıyordu.
Sonra bir el dokundu Altan’ın omzuna. İnce yapılı, gri kaftanlı, sakalsız ama çok yaşlı görünümlü bir adamdı. Gözleri, her şeyi daha önce görmüş gibiydi. Altan, adamın elini omzunda hissettiği anda içgüdüsel bir ürpertiyle geri çekildi. İçinde büyüyen şey yalnızca korku değildi; yabancılığın doğasında bulunan bir tür tehdit, bir tür davetsiz uyanıştı. O gri kaftanlı adam, oracıkta yıllardır bekliyormuşçasına duruyor, gözleriyle Altan’ı tartıyor, içine bakıyordu. “Bu büyüyü asasız yaptın,” demişti, sesi ne tok ne de fısıltıydı — ama Altan’ın içinde yankılanmıştı.
Ne dediğini tam anlayamamıştı ama bunun bir tehlike işareti olduğuna kanaat getirmişti. Hemen arkasını dönüp toprak patikadan aşağı, evlerinin bulunduğu alçak yamaca doğru koşmaya başladı. Toz, ayağının altından ince bulutlar gibi kalktı, saçlarına dolandı. Kalbi, göğsüne sığmıyor gibiydi. Annesi, evin önünde, gölgede ip eğiriyordu. Altan’ı nefes nefese, yüzü allak bullak halde görünce telaşla ayağa kalktı. “Altan? Ne oldu kuzum?” diye sordu telaşla. Çocuk derin derin soluyarak konuşmaya başladı. “Bir şey yaptım… ben istemedim… o çocuk… muskamı aldı… sonra birden… havaya kalktı. Yani… ben kaldırdım galiba. Ama bilmiyordum… sonra… biri geldi. Beni gördü. Garip biriydi. Kıyafeti... tuhaf. Ve bana bir şey dedi. Asa filan dedi. Asasız… dedi.”
Kadının elleri titredi ama bunu belli etmedi. Altan’a yaklaşıp onu avuçlarının arasına aldı. “Sakin ol Altan,” dedi yumuşak bir sesle. “Gel, oturalım." Altan, annesinin kolundan çekilerek evin iç kısmına girerken, dışarının ışığı bir anlığına arkasından içeri süzüldü ve sonra ahşap kapı ardındaki sürgüyle kapanınca içeriye yalnızca gölgeler kaldı. Soğdak Yaylası’nın bu sade, taş temelli evinde büyüye dair hiçbir belirgin işaret yoktu — en azından gözle görünür olanlar. Ama atmosferde, duvarların içine sinmiş kadim bir sessizlik, kelimelere dökülemeyen bir giz vardı.
Ev, taş duvarlarla çevriliydi, ancak içi sıcak ve yaşanmışlıkla doluydu. Tavan, el yapımı kalın sedir kütüklerinden inşa edilmiş, yılların isine karışmış zift kokularını saklıyordu. Duvarlara çakılmış birkaç tahta raf, üzerlerinde ağır kumaşlara sarılmış kitaplar ve kil kilidinde duran küçük sandıklarla doluydu. Bir köşede, yaşlı bir soba yer alıyordu; içi yanmasa bile, demir gövdesinin etrafındaki halılar ve tencereler, evin kalbinin orası olduğunu fısıldıyordu. Pencere kenarında yarı bitmiş bir dokuma tezgâhı vardı; ilmekleri yarıda kalmış bir desen, ince ince ilerleyen bir sabrın izlerini taşıyordu. Ortada, ceviz ağacından yontulmuş bir masa bulunuyordu — üzerinde üç çatallı bir şamdan, kararmış bir kandil ve kurumla kirlenmiş kalın bir defter duruyordu.
Annesi, Altan’ın önünden yürüyerek ocak başındaki mindere çöktü. Üzerinde toprağa karışmış saman rengi bir entari vardı. Yüzü, yılların yayla soğuğuna direnirken yumuşamış, yanaklarında hafif bir kuruluk, alnında güneşle çatlamış izler vardı. Saçlarını her zaman olduğu gibi arkadan örmüş, ensesini açık bırakmıştı. Boynunda, annesinden kalma kırık bir akik taş asılıydı; taşın kenarı çatlamış ama kopmamıştı, tıpkı kadının kendisi gibi. Kadın otururken gözlerini Altan’dan ayırmadı. Ellerini dizlerinin üzerine koydu, başparmaklarını birbirine sürttü. Her hareketi dikkatle ölçülmüş, telaşla gizlenmişti. “Otursana Altan. Ayakta durma öyle,” dedi.
Altan, annesinin karşısındaki mindere çöktü ama gözleri evin geri kalanını tarıyordu. Her gün içinde yaşadığı bu ev, şimdi ona başka bir yerdeymiş gibi geliyordu. Raflardaki kitaplar, önceden sadece toz tutan cisimler gibi görünürken şimdi hepsi birer sır taşıyormuş gibi titreşiyordu. “Baban bu sabah erkenden çıktı,” dedi kadın. “Tarlaya gitti. Her zamanki gibi... toprağı dinlemeye.”
Altan başını kaldırdı. “Toprağı mı?” Kadın gülümsedi. “Bunu sana o anlatmalı. Ben sadece kulak verdim. Ama o… konuşuyordu.” Altan’ın zihni karmakarışıktı. Ama düşüncelerini toparlamadan önce dış kapıdan gelen bir çıtırtı, evin içindeki havayı değiştirdi. Ağır adımlarla içeri giren adam, kapının gölgesinden süzülerek ortaya çıktı. Omuzlarında kalın bir aba vardı. Saçları kırçıl karışımı koyu kahverengi, sakalı ise bastırılmış bir ormanın yoğunluğu gibiydi. Gözleri — o gözler — yalnızca doğuyu bilenlerin gözleriydi: hem beklemiş hem görmüş hem de unutmuş.
Altan ayağa kalktı. Annesi yerinden kıpırdamadı. “Baba…” dedi Altan, sesi hem soru hem cevap arıyordu. Yiğitkurt, birkaç adım attı. Önce ayakkabılarını çıkarıp kenara koydu. Sonra Altan’a baktı. Yüzünde yumuşak ama derin bir yorgunluk vardı. Konuşmadı, sadece yürüyerek sobanın yanındaki sedire oturdu. Üzerinden aba cübbesini çıkardı, bir kancaya astı. Altan, onun sırtındaki yarı silinmiş dövmeyi ilk kez bu kadar net gördü: spiral bir desen, ortasında çakmaktaşına benzeyen küçük bir simge. Gözlerini kaçırmadı. Artık sorması gerektiğini biliyordu. “Ben... bir şey yaptım baba.”
Yiğitkurt başını eğdi, ellerini dizlerine koydu. Bir süre sessizlik oldu. Sobadan bir tıkırtı geldi. Rüzgâr dışarıda uğuldamaya başlamıştı. “Yaptığını biliyorum,” dedi adam. “O çocuk yükseldi, değil mi? Sen sadece istedin. Ve oldu.” Altan’ın ağzı kurudu. “Evet.” diyebildi. “Ve asasız yaptın,” dedi Yiğitkurt, gözlerini oğluna dikerek. O an evdeki her şey, masa, kitaplar, halılar, taş duvarlar — hepsi durdu sanki. Zaman, yalnızca o cümle etrafında döner oldu. Altan ne diyeceğini bilemedi. Gözlerini kaçırdı. “Bu bir işaret,” dedi Yiğitkurt. “Yiğitkurt soyunun yeniden açıldığını gösterir.”
Altan’ın zihninde o gri kaftanlı adamın yüzü belirdi yeniden. Ve bu kez, bir korkunun değil, bir çağrının yavaş yavaş yükseldiğini hissetti. Yayla evinin içi sessizliğe bürünmüştü. Sobanın tıkırtısı bile kesilmişti sanki, evin taş duvarları içinde yankılanan yalnızca geçmişin gölgesiydi artık. Yiğitkurt, sedirde oturuyordu; başı öne eğik, elleri birbirine kenetliydi. Altan ise karşısında ayakta, gözleriyle babasının yüzünü tarıyordu. İçinde sorular birikmiş, boğazına oturmuştu. Ama babasının konuşmasını bekliyordu. Ve o beklenen ses, sonunda ağır bir nefesle geldi: “Senin bu yeteneğin... bizden önce başlamış olabilir.”
Altan başını kaldırdı. “Ne demek bu?”
“Büyü, her zaman bir soya bağlı kalmaz,” dedi babası. “Ama bizim ailemiz, eski zamanlardan beri büyüyü yalnızca araç olarak değil, sorumluluk olarak görür. Yiğitkurtlar, Horasan’da, eski Türk büyücülüğünün son taşıyıcılarıydı. Benim atam, Büyük Karatuzlu Otağı’nda Tılsımcıbaşı olarak görev yapmıştı. Ondan sonra gelenler... çoğu, büyüyle değil, susturulmakla yaşadı. Sonunda yalnızca ben kaldım. Ve uzun yıllar boyunca senin büyücü olmayacağını kabullendim.”
Altan konuşmak istedi ama sesi çıkmadı. Gözleri yere kaydı. Babası sustu, sonra yavaşça yerinden kalktı. Ağır adımlarla ocağın yanındaki eski sandığın başına gitti. Diz çöküp, gıcırtılar eşliğinde kapağını açtı. İçinden yumuşak ketenle sarılmış bir nesne çıkardı. Ketenin arasından, pas tutmuş gibi duran koyu metal bir yüzey göründü. Üzerinde silikleşmiş eski bir damga vardı: iç içe geçmiş üç daire, her birinin ortasında farklı bir hayvan sembolü: kurt, kartal, yılan. “Bu,” dedi Yiğitkurt, “Kadim Gölge Aynası.” Altan hayranlıkla baktı. “Ne işe yarıyor?” diye sordu. “Büyücünün iç dünyasını dışarı yansıtır. Ama seni göstermez. Sadece içinde taşıdıklarını… korkularını, arzularını, gelecekte neye dönüşebileceğini. Henüz kullanma. Henüz hazır değilsin.”
Altan keteni tekrar sarmasına yardım etti. Baba ve oğulun parmakları kısa bir an birbirine değdi. Yiğitkurt sonra tekrar sandığın dibinden, ince uzun bir paket daha çıkardı. Sarılış biçimi farklıydı, daha düzenli, daha dikkatli. Ketenin içinden uzun, koyu ceviz ağacından oyulmuş, ucu kemikten bir asa çıktı. Altan’ın nefesi kesildi. “Senin mi?” diye sordu. Babası başını salladı. “Evet. Gençliğimde ustam tarafından verilmişti. Yalnızca büyü yaparken değil, hakikati ararken de kullanılır. Bazen yürürken baston olur, bazen tartışmada kelime. Bu… bir araç. Ama taşıdığı anlamı anlayana kadar, sadece odun parçasıdır.” Altan, asaya dokunmaya cesaret edemedi. Gözlerinde derin bir merak, içini kemiren bir korku vardı.
Sonra babasının sesi değişti. Sanki daha ciddi, daha uyarıcı bir tona geçti: “O adamı gördün mü bugün? Gri kaftanlı olanı.” Altan hemen başını salladı. “Evet. Birden ortaya çıktı. Konuştu. Asa olmadan büyü yaptığımı fark etti. Korktum. Ama... gözlerini unutamıyorum.” Yiğitkurt sandalyesine geri döndü, sırtını taş duvara yasladı. Derin bir nefes aldı. “O adam,” dedi, “muhtemelen Kutlu Ocak’tan.” Altan başını eğdi. “Kutlu Ocak mı?” diye sordu merakla. “Büyücülerin en gizli topluluğudur. Bizim soyumuzun da bir zamanlar bağlı olduğu bir çember. Artık yaylalarda, şehirlerde kimse onları bilmez. Ama onlar hâlâ izler, bekler. Doğru zamanda, doğru kişiyi çağırmak için.” dedi Yiğitkurt. Altan’ın kalbi hızlandı. “Beni mi çağırıyorlar?” Yiğitkurt kaşlarını çattı. “Belki. Belki de sadece izliyorlar. Onların daveti, armağan değildir Altan. Gölgelerle dost olmayı, sır saklamayı, bazen yalanla hakikati ayırt etmemeyi gerektirir. Eğer seni izliyorlarsa... dikkatli ol.”
Altan tekrar asaya baktı. Babasının ellerinde durmuş, yaşanmışlıkla parlayan bir varlıktı sanki. Sormak istedikleri çoğalıyor, ama kelimelere dökülmüyordu. Dışarıda gökyüzü iyice kararmış, rüzgâr soğumuştu. Annesinin yemek hazırlıkları ses vermeye başlamış, tencere kapağının takırtısı evin içine karışmıştı. Ev, karanlığın içinde yavaş yavaş soluklanırken, içeride pişen yemeğin kokusu taş duvarlara sinmeye başlamıştı. Annesi, mutfağa açılan kemerli nişin arkasında, alçak bir taş ocağın önünde eğilmiş, odunların çıtırtıları eşliğinde bir çorba karıştırıyordu. Tavandaki is lekelerine rağmen, evin içi sıcak ve güvenliydi. Altan sedirin bir köşesine çekilmiş, babasının asasını hâlâ göz ucuyla inceliyordu. Babasıysa sessizdi; pencere kenarındaki minderli tabureye oturmuş, dışarıda kararan göğü izliyor ama aslında kendi düşüncelerine dalmıştı.
Mutfakla oturma alanı arasındaki boşlukta asılı olan kilim hafifçe titriyordu; rüzgâr bacadan sızdıkça perde gibi dalgalanıyor, evin içinde görünmeyen bir el geziniyormuş gibi hissettiriyordu. O sırada annenin sesi yükseldi, ama sesi neşeli değil, daha çok alışkanlıkla dokunmuş bir yumuşaklık taşıyordu.
“Altan, su testisini getir kuzum. Tandırın kenarında, büyük olanı.”
Altan hemen kalktı, ama adımları ağırdı. Testiyi alıp getirdiğinde, annesi ona gülümsedi ama dikkatlice baktı. Yüzünde belli belirsiz bir sorgulama vardı. Sonra çorbayı pişirdiği bakır tencerenin kapağını açtı, içinden yükselen buhar, Altan’ın gözlerini yaktı. "Bugün ne yaptıysan…," dedi kadın hafifçe, “karşılık almaya da hazırlanmalısın. Büyü sadece yapanı değil, çevresindekileri de değiştirir.”
Altan bir şey söylemedi. Babasının yanına döndü, ama gözleri şimdi anasına kaymıştı. Kadının hareketleri eskisinden daha kontrollüydü sanki. Kaşığı tencereden çekip bir bezin üzerine bıraktı, ellerini yıkadı, sonra bir süre ateşe baktı. Gözleri uzaklaştı, bir anlık dalgınlık çöktü üstüne. Sonra çabucak toparlanıp yemekleri tahtadan oyulmuş sade tabaklara boşaltmaya başladı. Tereyağlı buğday çorbası, az tuzla kavrulmuş bir avuç kuru bakla ve sert ekmek dilimleriyle akşam sofraları sıradandı ama evin havasında bir törensellik vardı bu kez. Sofra hazırlanırken Altan, babasına doğru eğildi. Kısık bir sesle sordu: “Baba… o gri kaftanlı adam. Gerçekten Kutlu Ocak’tan mı? Yoksa... başka biri olabilir mi?” Yiğitkurt, çenesini ovuşturdu. “Kaftanı gri olan herkes Kutlu Ocaklı değildir. Ama senin büyüyü asasız yapabildiğini fark ettiğine göre, sıradan biri olmadığını kesinlikle biliyordu. Ve bu… iyi bir şey değil, Altan. Büyücülerin bazıları yalnızca öğretmez. Kimileri izler, kimileri... şekillendirir. Kimileri de sınar.” dedi yavaşça. “Ben ne yapacağım?” diye sordu Altan. “Şimdilik hiçbir şey,” dedi babası. “Yalnızca öğren. Gözlemle. Sözlerimi hatırla. Gölgeyi anlamak için önce karanlıktan korkmamayı öğrenmelisin.” Tam o sırada, annenin sesi yeniden duyuldu: “Hadi soğutmayın yemeği. Sofraya gelin artık.”
Altan yerinden kalktı. Gözleri hâlâ karışıktı. Gri kaftanlı adamın yüzü gözlerinde bir sis gibi dönüyor, söyledikleriyle babasının uyarıları arasında görünmeyen bağlar kuruyordu. Ama ne kadar uğraşsa da hâlâ çok şey belirsizdi. Tek bildiği şey, evin içindeki bu yemeğin, bu sobanın, bu insanların artık eski sadelikte kalamayacağıydı. Sofra başına geçerken, ayakları titreyerek değil ama bir şeylere hazırlıklı yürüyordu. Bu gece, büyünün ne olduğuna değil, neye dönüşebileceğine dair ilk adımı atacaktı — farkında bile olmadan.
Gece yaylayı yavaşça sardığında, gökyüzü yıldızlarla örtüldü. Soğdak Yaylası’nda geceler her zaman serindi, ama bu gece serinlik, Altan’ın tenine değil doğrudan yüreğine dokunuyordu. Evin taş duvarları geceyi dışarıda tutsa da, içerideki sessizlik başka bir derinlikle sarmalanmıştı. Sanki duvarların ardında bir şey vardı da kimse adını anmaya cesaret edemiyordu.
Yemekten sonra annesi sofra eşyalarını usulca topladı, tahta kaşıkları sıcak suyla ovdu, tabakları iple örülmüş raflara yerleştirdi. Ocağın közleri hâlâ sönmemişti; soba içten içe yanıyor, parlayan korlar odanın yarısını turuncu bir ışıltıya boyuyordu. Altan, sedirin köşesinde oturmuş, kucağındaki yün battaniyeye sarınmıştı. Ama gözleri kapalı değildi. Tavandaki ahşap kirişleri sayıyordu. Gözkapaklarının ardında gri bir kaftan dalgalanıyor, çocuğu havada tuttuğu an gözlerinin önünde tekrar tekrar beliriyordu. Babasıysa hâlâ pencere kenarındaydı. Oturduğu minderli taburede sessizce, hareketsizce duruyordu. Ama onun da gözleri açık, dışarıyı izliyordu. Elleri dizlerinde bağlı, sırtı duvara yaslıydı. Altan onun dudaklarının çok hafifçe kıpırdadığını fark etti. Kelimeler duyulmuyordu ama dualar geceyle birlikte fısıldanıyordu. Sessizce edilen dua, toprakla yapılan bir anlaşma gibiydi. Her büyücü, karanlık bastığında yalnızdır — ve bu yalnızlık, ancak dualarla delinir. Altan başını çevirdi. “Baba.” Yiğitkurt başını çevirip ona baktı. “Hı?” dedi. “Sen büyü yaptığında... kendini nasıl hissettin?” diye sordu. Adam bir an düşündü. Sonra gözlerini tekrar gökyüzüne çevirdi. “Korktum,” dedi. “Ama sonra... o korkuyu başka bir şeye dönüştürdüm. Çünkü büyü, korkuyla başlar. İnsan, anlamadığı şeyden korkar. Ama anlamaya başlayınca büyü onunla konuşur. Korkunu iyi tanı Altan. Onu bastırma. Dinle.”
Altan başını tekrar yastığa yasladı. Ama gözlerini kapatamadı. Gözlerinin önünde o gri kaftanlı adamın silueti dikiliyordu. Gölgelerin arasında çıkagelmiş, neredeyse rüya gibi. Sesini hatırlıyordu. Tonlamasını. Sözcüklerinin altında gizlenmiş bir beklentiyi. “Baba,” dedi bir süre sonra tekrar, sesi fısıltı gibiydi. “Eğer o adam beni izliyorsa... neden şimdi geldi? Daha önce de büyü yapmadım mı ben?” Yiğitkurt sessiz kaldı. Sadece soluk bir iç çekiş duyuldu. Sonra konuştu, yavaşça: “Bazı büyüler sadece bir kere görülür. Ama bazı insanlar... yalnızca doğru anda.”
Dışarıda rüzgâr yükseldi. Bacadan içeri ince bir ıslık sesi girdi. Altan battaniyesine daha sıkı sarıldı. Gözleri hâlâ kapanmıyordu. Çünkü yaylanın taş zeminine geceyle birlikte bir başka ayak sesi inmişti. Evden çok uzak olmayan bir tepede, karanlığın içinde bir siluet bekliyordu. Gözleri ışıktan değil, hafızadan parlıyordu. Elinde asa yoktu. Ama bekleyişi, asanın kendisinden daha güçlüydü. O adam, bu gece de gelmişti. Sadece gözlüyordu. İçeride, Altan artık uyumuyordu.
O gece, Altan en sonunda yorgunluğa yenik düşerek uykuya daldığında, uyku onu bir battaniye gibi sarmadı; aksine, usulca içeri süzülen bir sis gibi zihnine çöktü. Rüya, kendini belli eden bir başlangıca sahip değildi — bir düşüncenin içinden yavaşça doğdu. Önce yalnızca karanlık vardı. Dipsiz, şekilsiz, uğultulu bir karanlık. Ne ses vardı, ne yön, ne de zaman. Sonra o karanlığın içinde çıplak ayaklarının altına nemli toprak değdiğini hissetti. Ayakta olduğunu fark etti. Ama ne ay ışığı vardı ne de yıldız. Yalnızca uzaklardan gelen, uğuldayan bir nefes sesi... sanki dünya, dev bir canlının göğsünde soluklanıyordu. Gözleri hiçbir şey görmese de, Altan nerede olduğunu biliyordu: Yayla'nın kuzeydoğusundaki o terkedilmiş oba. Ama orası nasıl olmuş da rüyasına sızmıştı?
Birden bire, önünde bir ışık yandı. Alev değildi; bir kandil değil, bir büyü işaretiydi. Havada asılı duran bir sembol. Üç daire, iç içe geçmiş. Ortasında tanıdık bir simge: kurt. Gözleri kamaştı. Sonra sembol yavaşça döndü ve karanlığın içinden bir figür ortaya çıktı. Gri kaftanlı adamdı.
Ama bu kez daha uzun görünüyordu. Kaftanı bir sis gibi bedeninden sarkıyor, ayakları yere değmeden süzülüyordu. Yüzü tam olarak seçilemiyordu; ışık vurduğunda bile hatları belli belirsiz kalıyordu, sanki sürekli değişiyordu — kimi zaman yaşlı, kimi zaman genç, kimi zaman kadın, kimi zaman adam. Altan geri çekildi. Ama ayakları toprağa kök salmıştı. Kıpırdayamıyordu. Adam konuştu. Fısıltıyla, ama sesi göğün ta kendisinden gelmiş gibiydi: “Görüyorsun artık. Uyandın. Ama gözlerini tam açmaya hazır mısın?”
Altan konuşmak istedi ama sesi çıkmadı. Boğazı kuruydu. Sadece gözlerini kaçırmaya çalıştı ama her baktığı yerde aynı sembol, aynı karanlık, aynı adam belirdi. “Toprak seni çağırıyor,” dedi gri kaftanlı. “Gölgeler seninle fısıldaşmak istiyor. Ama sen hâlâ korkuyorsun.” Altan’ın elleri titredi. Sonra birdenbire rüyadaki toprağın içinden başka eller fırladı — ince, gri, toprakla kaplı. Bileklerinden yakaladı onu. Rüya şimdi bir kâbusa dönmüştü. Ellerden biri Altan’ın yüzüne doğru uzandı ve alnına dokunduğu anda, sanki içinden bir şey çekildi.
Bir görüntü parladı.
Kıyamet gibi yanan bir şehir. Gökyüzü kıpkırmızı. Gölgelerin arasında siyah cüppeli insanlar. Ve hepsinin ortasında kendisini gördü. Ama çocuk değil. Daha uzun, daha güçlü, gözleri simsiyah bir Altan. Elinde asa, karşısında secdeye kapanmış onlarca insan…
Gri adamın sesi bir kez daha geldi: “Bu, yalnızca olasılıklardan biri.” O anda, bir haykırışla irkildi.
Altan gözlerini açtı. Nefes nefeseydi. Gömleği terden sırılsıklamdı. Elini alnına götürdü, orası hâlâ yanıyordu. Odanın içi loştu; soba sönmüş, duvarlarda yalnızca kül grisi bir karanlık kalmıştı. Uyandığında ağzında acı bir tat vardı. Gözlerini ovuşturdu. Ama rüyadaki o şehir, o figür, o ses… hâlâ zihninde dolanıyordu. Göğsü sıkışıyor, sanki hala rüyanın içindeymiş gibi hissediyordu. Bir süre yatağında oturdu. Sonra ayağa kalktı. Pencereye yaklaştı. Dışarı baktığında yayla, ay ışığıyla bembeyazdı. Ama tepelerde bir yerde… gri bir siluet, çok kısa bir anlığına, taşların ardından sanki ona bakıyormuş gibi görünüp kayboldu. Altan geri çekildi. Bu kez uyuyamayacağını biliyordu.
Sabah, yaylanın üzerine alışıldık serinlik ve ağır bir sessizlikle doğdu. Hava, gece boyunca yağan çiyin kokusunu taşırken, uzak tepelerdeki koyunların boğuk meleyişleri yavaş yavaş uyanan bir dünyanın ritmini haber veriyordu. Taş duvarlı evin içi hâlâ soğuktu; soba sönmüş, korlar küllere karışmıştı. Altan, gözlerini uykusuz geçen bir gecenin ardından araladı. Ama uyanışı taze değildi; zihni hâlâ geceye, rüyanın içinden aldığı görüntülere saplanmıştı.
Yattığı yerden doğrulduğunda, odanın loşluğu içinde sessizce oturup bir süre nefes aldı. Üzerindeki battaniye terle karışık nemliydi. Alnına dokundu — hâlâ sıcak. Rüyadaki o dokunuş… adamın parmakları gibi soğuk ama yakan bir iz bırakmış gibiydi. Evde annesinin sabah hazırlıkları başlamıştı. Ocakta taze çökelek kızartılıyordu; yağın cızırdaması, taş duvarlara çarpıp yayılıyor, sıradan bir sabah havası yaratıyordu. Altan, bu sıradanlığın içine girmekte zorlandı. Sessizce kalktı, üzerine kalın yün yeleğini geçirdi. Ayaklarına keçeden çoraplarını giydi. Sonra, babasını aramak için mutfağa yürüdü.
Yiğitkurt evin arka kısmında, taş döşeli küçük avluda bir sandığın başında diz çökmüş, bir tomar eski harita ile uğraşıyordu. Üzerinde koyu gri bir aba vardı. Gözlerinde uyumamış bir yorgunluk, ama yüzünde derin bir sükûnet vardı. Altan, adımlarını duyurmadan yaklaştı. Birkaç saniye sessizce izledi babasını. Ardından, fısıltıya yakın bir sesle sordu: “Baba… bir rüya gördüm.” Yiğitkurt başını kaldırdı. Gözlerinde, oğlunun sesindeki kırılmayı fark eden bir dikkat vardı. “Gel,” dedi, eliyle yanına işaret etti. Altan diz çöktü, taş zeminin soğuğu kemiklerinden geçti. “Anlat,” dedi babası, kısık bir sesle. “Ama her detayıyla.”
Altan anlatmaya başladı. Karanlığı. O uğuldayan nefesi. Gri adamı, ışığın içinden çıkışını. Konuşmalarını. Ellerin yerden fırlayışını. Şehri. Secde edenleri. Asa tutan kendi suretini. Yiğitkurt hiç araya girmedi. Gözleri oğlunun yüzünde, dudakları mühürlü. Dinledi. Ve anlatı bittiğinde bir süre konuşmadı. Sonra yavaşça dizlerinin üzerine doğruldu, yürüyerek duvarda asılı duran kısa saplı bir sandalyeyi aldı, önüne çekip oturdu. Elleri birbirine kenetliydi. “Bu gördüğün rüya değil,” dedi. “Bu bir görüdür.” Altan’ın gözleri büyüdü. “Nasıl yani?” diye sordu. “Bazı büyücüler,” diye devam etti babası, “henüz uyanmadan önce, toprak tarafından çağrılırlar. Rüyaların diliyle, şekillerle, bazen kehanetle. Gördüğün o şehir… belki de henüz olmamış bir zamanın yankısıydı. Belki de asla olmayacak bir ihtimal. Ama o adam… o gri kaftanlı adam… artık seni yalnız bırakmayacak.” Altan’ın boğazı düğümlendi. “Ben ne yapacağım?” Yiğitkurt gözlerini kısmadan oğluna baktı. “Şimdi hiçbir şey. Çünkü bugün yalnızca dinleme günün. Ama öğlene kadar bekle. Eğer sezgilerin doğruysa… bugün biri bu yaylaya gelecek.” Altan başını kaldırdı. “Kim?” diye sordu. “Kutlu Ocak elçileri gelişlerini duyurmaz,” dedi babası. “Ama iz bırakırlar. Bazen taşta bir çizik. Bazen bir keçinin tek gözle doğması. Bazen de rüyalarla gelirler, sabaha uyananların zihnine.” Altan, o anda yaylanın dışındaki manzaraya bakmak istedi. Gözleri otomatik olarak pencereye döndü. Güneş, alçak tepelerin üzerinden yeni yükseliyordu. Ama ışığın en belirgin vurduğu noktada… uzak bir patikada… griye çalan bir cübbe ucu dalgalanır gibi olmuştu. Gözlerini ovuşturdu, yoktu, ya da henüz yaklaşmamıştı.
Güneş yükseldikçe yayla uykusundan tam anlamıyla uyandı. Koyunlar meraya çıkarıldı, genç çobanlar omuzlarına astıkları sazlarla patikalara yöneldi. Evin önündeki taş yol, sabahın erken saatlerinden itibaren ayak sesleriyle canlanmaya başlamıştı. Her şey, her sabahkine benziyordu. Fakat Altan için zaman artık çizgisel değil, katmanlıydı. Sanki gördüğü rüya, yaşadığı ânın içinden geçip yeniden kendini örüyordu. Altan, sabah kahvaltısında pek konuşmamıştı. Annesi onun yüzündeki solgunluğu fark etmiş, ama üstüne gitmemişti. Yiğitkurt ise sessizliğini koruyor, yalnızca arada bir kaşık sesleri arasında oğlunun yüzüne dikkatle bakıyordu. Çaydanlıkta fokurdayan suyun buharı arasında odanın içi buğulanmış, taş duvarlar bile daha kasvetli görünmeye başlamıştı. Altan, göz ucuyla pencereye bakıyor, babasının söylediği o "geliş"i bekliyordu. Öğleye doğru, beklenen işaret geldi.
Kapı üç kez çalındı. Ne hızlı ne yavaş. Tuhaf bir ritimle, ama sanki o ritim yüzyıllardır aynıymış gibi... zamanla taşlaşmış bir gelenek gibi. Yiğitkurt yerinden kalktı, ellerini belindeki keten önlüğe sildi. Kapıya yürüdü. Altan da hemen arkasından. Annesi, ocağın başında kaldı; gözlerinde belirsiz bir sıkıntı vardı ama hiçbir şey söylemedi. Kapı açıldığında dışarıda bir figür belirdi. Uzun boylu, ince yapılı, gri kaftanı rüzgârda usulca dalgalanan biri. Yüzü kısmen kapalıydı. Başındaki başlık kaftanın kendisinden örülmüş gibiydi; gözlerinin hemen üstünden başlayan gölge, yüz hatlarını silikleştiriyor, bir yaş tahmini yapmayı imkânsız kılıyordu. “Yiğitkurt,” dedi figür, sesi yaşsızdı. “Kutlu Ocak seni ve oğlunu selamlar.” Yiğitkurt başını eğdi. “Biz de selam ederiz.” Gri kaftanlı aynı ses tonunu koruyarak “Konuşmamız gerek.” dedi. Yiğitkurt geriye çekildi. “İçeri buyur.” Adam içeri girdi. Altan’ın yanından geçerken kısa bir an durdu. Gözlerini Altan’a dikti. Bu bir bakış değil, ölçüm gibiydi. Tartı. Yoklama. Tanıma. Sonra yürüdü, sedirin önüne geldi, oturmadı. Ayakta kaldı. Kaftanı yerden taş duvarlara kadar süzülürken, gövdesi bir perde gibi odayı ikiye bölmüş gibiydi.
“Rüya gördü mü?” diye sordu. Yiğitkurt başını salladı. Gri kaftanlı adam devam etti, “El değdi mi?” Yiğitkurt tekrar sessizce başını salladı. Adam birkaç saniye sustu. Sonra cebinden küçük bir tomar çıkardı. Deriyle sarılmış, ipi yünle bağlanmış bir parşömen. Yiğitkurt’a uzattı. “Görünün işareti. Bu, artık sizin değil, onun yolculuğu.” Yiğitkurt parşömeni aldı ama açmadı. “Henüz erken,” dedi. “O daha çocuk.” Gri kaftanlı onun sesini bastırırcasına “Görüyü gördü. Kökü çağrıldı. Bu, onun iradesiyle başlamadı. Ama artık onunla devam edecek.” dedi.
Altan, odanın köşesinde annesinin yanına çekilmişti. Kalbi göğsünde hızlı atıyor, ama hiçbir şey söyleyemiyordu. Elçi döndü, ona baktı. Gözleri, babasınınkine hiç benzemiyordu. Orada sıcaklık değil, görev vardı. “Elini uzat,” dedi. Altan tereddüt etti. Sonra yavaşça elini uzattı. Elçinin parmakları onun bileğini tuttu. Altan’ın alnına başparmağını dayadı. Gözlerini kapattı. Dudağının kenarından ince bir cümle sızdı: “Toprak, gölgeyi kabul etti. Su, onun yansımasını taşıyacak. Ateş hâlâ onu sınayacak. Ama rüzgâr... rüzgâr onu koruyor.”
Sonra gözlerini açtı. “Hazırlanın,” dedi. “Üç gün içinde yola çıkıyoruz.” Yiğitkurt, gözlerini yere indirdi. “Elveda diyemeyiz, değil mi?” dedi annesi, fısıltıyla. Elçi cevap vermedi. Altan, içinden yükselen duyguya anlam veremedi. Korku değildi. Ama huzur da değildi. Beklenmeyen bir misafir gibi içinde oturan bir ağırlık…
Dışarıda rüzgâr bir kez daha yön değiştirdi.